16 Ekim 2017 Pazartesi

Evlerimizde söz hakkı-Nureddin Yıldız

Üzerinde yaşadığımız topraklardaki hâkim kültürlerin yaşantımıza etki etmediğini iddia edemeyiz. Müslüman olarak icra ettiğimiz ibadetlerimize varıncaya kadar, hayatımızın pek çok alanında mesela Anadolu insanı veya Trakya insanı olmanın etkisi muhakkak vardır. Bunun olumlu yanları bulunabileceği gibi olumsuz yanları da vardır. Konuşma sitilimizde, oturup kalkmalarda, hediyeleşmede ve benzeri her şeyde nereli olduğumuzu belgeleyen simgeler bulunabilmektedir. Toprağın etkisi olarak ifade edebileceğimiz bu husus, yer yer bizi mü’min kimliğimizle ters düşürecek işler yapmaya da sevk edebilmektedir. Şüphesiz hayatı tabii bir akış içinde yaşamak esas olandır. Yöremizin oluşturduğu tarzı kökten reddederek yaşamamız gerekmiyor. Her önümüze çıkanı da benimsememiz doğru olmayana sevk etmektedir bizi. 

Mü’min insanlar olarak hayatımızı, imanımızdan kaynaklanan ilkeler doğrultusunda yaşamaya mecburuz. Mü’min olmanın farkı da budur. Arap yarımadasındaki Kur’an ile Afrika’nın en ucunda okunan Kur’an’ın aynı Kur’an olması, iki yerdeki Kur’an’a iman eden insanın aynı şeylerin düşünüyor ve yaşıyor olmasını zorunlu kılmaktadır. Hükümleri yörelere göre değişen bir Kur’an düşünemeyiz;  Kur’an’a iman edenlerin de temel meselelerde Kur’an’dan farklı olmalarını düşünemeyiz. Bir yöredeki kıyafetin diğerinden farklı olması başka şeydir, bir yörede insana bakışla diğer yöredeki bakışın farklı olması da başka şeydir. İnsanın insana bakışına dair ilkeleri Allah Teâlâ belirlemiştir. Kulları da o ilkelere bağlı kalmaya söz verdikleri bir imanla O’na iman etmişlerdir. Kıyafet ise böyle değildir; dileyen dilediği gibi ve yaşadığı yörenin gerektirdiği kıyafetle yaşayabilir. Haramlardan bir haram çiğnenmedikçe kıyafetin renginden, şeklinden sorgulama yapılamaz. Bu da bizim, insanla insanın kıyafeti arasındaki farkı idrak etmemiz anlamına gelmektedir.
Anadolu Kültürü
Müslüman erkeklerin evlerinde, aile fertlerine tahakküm ve onları yönlendirme konusunda kendilerini serbest ve kuralsız zannetmeleri açık bir yanılgıdır. Yaşadıkları toprakların, erkeği evinin ağası, kadını da evinin itaat edeni olarak benimsemiş olması mü’min açısından bağlayıcı bir nitelik değildir. Kulun, kul üzerindeki yetki ve etkisini belirlemek dinimizin en öncelikli kuralları arasındadır. Kimsenin kimseye kul olamayacağını, herkesin Allah’ın kulu olduğunu ilan eden bir dinin dindarının, eline geçirdiği aile reisliği otoritesini dilediği gibi kullanması mü’mince bir tavır değildir. Yöre şartlarının ya da kadim adlandırması ile ‘Anadolu Kültürü’nün böyle gerektiriyor olmasını kabul edemeyiz. Bulunduğumuz şartların kültürünü, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bize emaneti olan Sünnet’inin yerine oturttuktan sonra artık sakallı olmamız bile bizim Sünnet üzere yaşayan bir Müslüman olduğumuzu ispat edemez. Sünnet üzere Müslüman olmamız, sakalımız ve namazımız kadar sözlerimiz ve tavırlarımız üzerinden izlenebiliyor olmalıdır.
Bunun öbür ucundan görülen tarafı da, evlerdeki kadınların yaşadıkları zamanın fitnesine kapılarak kendilerini, nikâh bağı ile beraber bulundukları erkeklerini adam yerine koymaz bir tavır içinde olmalarıdır. Bunun da mü’min kimlikte bir yeri yoktur. Kadın erkeğin kölesi olmadığı gibi erkek de kadının muadili değildir. Kulluk düzeyinde beraber olduktan sonra erkeğe Allah Teâlâ’nın verdiği bir puan önde olma farkı vardır ortada. Kadınların, iman ettikleri Kur’an’ın bu en bariz emirlerinden birini yok saymaları, yaşadıkları zamanın kadınları kollayıp şımartan örfüne, yasalarına güvenerek ya da aldanarak düştükleri bir tuzaktır. Bu tuzağın neye mal olacağını zaman gösterecektir ama vakit geçmesini beklemeden de bir tahminde bulunmak zor olmayacaktır. Erkeğin erkekliğini, kadının da kadınlığını bilerek yaşayacakları bir hayatın adına Müslümanlık denmelidir. Herkesin kendine çektiği ve ihtiraslarını putlaştırdığı anlayış ise Müslümanlığın gölgesi altında bulunurken bile icra edilmiş olsa kabul edilemez.

Kur’an konuşsa da biz dinlesek huzur buluruz. Biz konuştukça bocalıyoruz. Konuşma alanlarımızı ve sınırlarımızı kollayamıyoruz. Ya susup yok oluyoruz ya da gereksiz ve yersiz konuşup kayıyoruz. Bunun ortası ise itidaldir.
Evde kimin kime karşı neyi konuşması gerektiği,
Konuşanın konuştuğunun sorumluluğunu taşımaya hazır olması,
Erkek konuşurken, ona konuşma hakkının verilmesi; kadının hiç konuşmaması gibi zorunlu bir durum olmayacağını bilerek konuşması,
Kadın da evin bir ferdi olarak muhakkak konuşma hakkına sahip olmalı ama konumunu ve ona çizilen çizgilerini iyi biliyor olması, konuşmamızın kırmızı çizgilerini oluşturmalıdır.
ler ve Diğerleri

Bir ailenin esası kadın ve erkektir. Çocuklar bile ailenin ‘gidebilenleri’ grubundandır. Aileye onlar sonradan katılmışlardır zaten. Ailenin erkeği ve kadınından başka ailenin aslı olan kimse yoktur. O ailenin aslı olan anne babaların oluşturduğu bir önceki aile veya o aileden oluşan çocukların oluşturduğu yeni aile yani asıl ve füruat, ailedeki hükümranlık ve yönetme, yönetilme konularının birinci derecede ilgi alanında olmamalıdır.
Ailenin asıl ve füruatından olmayan yanların, zaten aile ile etkin bir ilişkisi olamaz. Buna bağlı olarak şöyle bir kural dizisi koyabiliriz:
Eşler, birbirleri ile istişare ve anlayış üzerine kurulu ilişki ortamı oluşturmalıdırlar. Bu ilişkide erkek, Allah katında birinci derecede hesap verecek olan durumunda olduğu için adalet gereği bir puan önde bulunmalıdır. Akide açısından bir sorun bulunmadıkça yani erkeğin imanı açısından endişe bulunmadıkça durum böyledir; mü’min erkek, mü’min kadının üstünde konuşur. Batılı konuşursa konuştuğunun zaten değeri olmayacaktır. Helal ve haramlarla alakalı olmayan mubah bir konuda erkeğin sözü sözdür. Nisa suresinin 34.  âyeti bu hususta gayet açık bir kural koymaktadır. Kur’an’ın gösterdiği yolu, mü’min bir erkeğin veya kadının kendine göre şekillendirmesi mümkün değildir. Yaşadığımız yörenin, örfün, meri kanunların bizi Kur’an’a ters düşürmesine asla rızamız olamaz. Bu hususta, Ahzab suresinin 36. âyeti, bu hususta bizi bağlayıcı bir kural koymaktadır:
‘Allah ve O’nun Peygamber’i bir şeye hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için herhangi bir seçenek yoktur. Kim Allah’ın ve Peygamber’inin buyruğunu dinlemezse, apaçık sapıtmıştır.’

Erkeğin, böyle bir hakkı zulüm için kullanması ise başka bir meseledir. Erkek, Allah’tan korkmuyor olabilir. Kendine bile zulmedecek anlayış sahibi bir erkek olması mümkündür. Bu durumda kadın, kenara itilmiş değildir, hakkını arayabilir, kendisini ezdirmeyebilir.

Kadına, eşi olan erkekten başka kimsenin aile içi konular hakkında emretmesi mümkün değildir. Nikâhlanıp bir erkeğin eşi olduktan sonra babası veya annesi bile bir kadına hükmedici emirler veremez. Kadının mutlak itaati sadece eşinedir. Eşine itaat eder gibi bir başkasına itaatini bekleyemeyiz ondan. Eşindeki itaat edilme hakkını, eşinin babası veya kardeşlerinin kullanmasını din emretmemiştir. Bu husustaki örf, yöreseldir.

Nikâhlı bir kadının, eşi tarafından oluşan yakınları ve özellikle kayınları, esasen kadının bulunduğu evde tam anlamıyla bir ‘yabancı’ durumundadırlar. O kadınla aralarında bir mahremiyet bile yoktur. Kadın, ev kıyafeti ile bulunurken onun yanında durmaları bile caiz değildir. Ona emredecek durumda olmaları nasıl mümkün olur?

Kadının ev işlerini, yemek, temizlik ve benzeri görevlerini belirleyen istek sadece eşinin isteğidir. Bu isteğin dışında bir istek, kadının etkisi altında olduğu bir istek olarak ortaya çıkamaz. Yöre ve örfün bu husustaki ağırlığını, insanî kimliğimiz gereği ve kadının hoşnutluğu şartı ile kabul edebiliriz. Eğer bu anlayış, evlenip bir erkeğin nikâhına girdiği için zorunlu bir görevi olarak kadından beklenecekse bunu asla kabul edemeyiz. Eşin anne babasına hizmet etmeyi insan olmanın, aile saadetinin, mutluluk veren bir eşe mutluluk iade etmenin gereği olarak kabul etmekle, ücretsiz köleye iş yükleme anlayışı arasında büyük farklılıklar vardır. 

Mü’min bir kadının üzerinden yürütülecek açık veya gizli bir sömürüye din boyası sürülmesi yanlıştır. Bunu kimse dinimize mal etmesin. Anadolu böyledir desin ama din böyledir demesin.